Av. Tufan Akcagöz

NE ZAMAN?

Av. Tufan Akcagöz

İnternet, önümüze evreni döküyor.
Hiç gitmediğimiz yerleri görebiliyor, bir kişinin yardım çığlığını aynı anda duyabiliyoruz. 
Acizliğimiz de, gücümüz de; hepsi ortada.
Bir ev görüyoruz, çok uzaklarda, denizin ortasında..
Sonra göl kenarında tahta, eski ama bir o kadar güzel bir köprü..
Binlerce kilometre uzaktayız ama hepimiz birer birer geçiyoruz üzerinden, eskimiş  korkuluklarına dokunarak, tahta basamaklarına ayak sürterek.. 
Sonra, imrenerek bakıyoruz belki yakınına hiç bir vakit ulaşamayacağımızı bildiğimiz güzelliklere.. 
Çin seddi; gitmedim ama biliyorum, boyunu posunu, astarını yüzünü..
Potsdam'a gitmem gerekmiyor artık, ikinci Frederick'in nâmını duymak ve değirmenci ile hikayesini bilmek için.
Ne biçim işler geldi başımıza!
İnsanoğlu acaba Ay'a çıkar mı diyordu ahâli, geçen yüz yılın ortalarında. 
Ay'a çıkmak nedir, o bize gelsin!
Hoş gelir, safâ gelir. 
Beğendiği kadar kalır, beğenmezse uçar gider..
Yeri belli, yurdu belli.
Herkesin bir kanalı var; o kanaldan yakalıyor hayatı.
Eskiden de tek bir kanal vardı diyecekseniz, demeyin lütfen; yazının insicâmını bozmayın..
Lakin her şey parayla!
Parayla satın alıyoruz hayatı..
Paran yoksa, internetin de yok ve bir çok şeyden bu nedenle bîhabersin..
Belki de böylesi daha iyi sizin için.
Öyle mi, doğru mu bu? 
İnsan, bu kadar büyük teknoloji curcunasının içinde, kendini tüm bunlardan soyutlayabilir mi?
Curcuna mı dedim!
Hem de ne curcuna; keşmekeş.  
Bir kesim, tüm ruhani sözleri Mevlana söyledi zannederken; bir kesim de tüm aşk sözlerini Nazım Hikmet yazdı sanıyor.
Bu, bilgi kirliliği değil, adeta bir çöplük.
İnsanlığı, bu çöplükten kim çekip çıkaracak inanın bilemiyorum. 
Gazete köşelerine, kitap kokusuna mı sığınsak biraz?
İtiraf edeyim; tek tuşla hemen her bilgiye, doğru ya da yanlış ulaşabilme imkanımı isteyene bağışlayabilir, kütüphane önlerinde kuyruk bekleyerek, belki üzerime yağmur yağarak beklediğim günlerimi seve seve geri alabilirim. 
Arayarak, zaman harcayarak, emek vererek ulaştığımız bilginin kıymetini, şimdikilerle mukayese etmek çok zor. 
Biraz daha kitaba gömülelim şöyle..
Okuyalım okumasına da, Türkçe yazılmış hangi kitabı okumaya başlasak, biraz daha yalnızlaşıyoruz.
Milyonların içinde, kamufle olmuş, kafamızı şapkamızın içine gömmüş, kaşkolu burnumuza kadar dolamışız; sâfi gözlerimiz görünüyor.
Merak etmeyin, kimse bizi bu halimizle tanıyacak değildir.
Okudukça, bir şişkinlik hissi çepeçevre sarıyor vücudumuzu. 
Bu nasıl çaresizlik!
Almanya'da bir kentte, kitapları üst üste dizmişler; ünlü Alman ozanların isimleri yazılı kitap tasviri heykeller, o beldeyi süslüyor. 
Ne güzel görünüyor!
Goethe, Brecht, Schiller, Hesse, Hegel, Kant, Luther ve diğerleri..
Yok mu bize, bizim dilimizden gerçekleri haykıran romanlarımız, şiirlerimiz?
Ne çok korkuyoruz şairlerden!
Hırsımız bitmiyor bir türlü..
Hapse atıyoruz, kitaplarını toplatıyoruz..
Olmadı, çekip silahı vurup öldürüyoruz.
'Şairler ekmek yiyor ama fırıncılar şiir okumuyor' derler; neden? 
Sahi biz şairlere karşı neden böyle düşmanlık besliyoruz? 
Hep aynı masalları dinlemekten, bıkıp usanmıyoruz. 
Ozanların isimleri süslüyor caddeleri, dünyanın binbir kentinde.. 
Kinimiz ne zaman bitecek bizim, eli kalem tutana, nefesini aşk ile alıp verene, bu topraklar üstünde? 
Bakın, iddia ediyorum ki biz ne zaman tüm şairlerimizi, ozanlarımızı tanır, bilir ve seversek, işte o zaman bu coğrafya daha da güzelleşecek. 
Biz ne zaman caddelere, sokaklara onların isimlerini verirsek, onların anısına kültür merkezleri açarsak, işte o zaman çiçekleneceğiz. 
Ne zaman? 
Samsunlu kaç ozanın adı sokaklarda, caddelerde? 
Vedat Türkali kim? 
Ferhan Şensoy ve adını sayamadığım onlarcası..
Zerrin Koç, 'Islak kentin insanları'nda hangi kentin insanlarını anlatıyor ve neden bundan kimsenin haberi yok, neden ?