Av. Tufan Akcagöz

AMERİKAN MÜCAHİTLERİ

Av. Tufan Akcagöz

Her toplum kaderini, yine kendisi tayin ediyor. 

Hata yapan milletler, bunun bedelini er ya da geç, ödüyor.
Bugün 16 Şubat ve Türk siyasi tarihinde bana göre önemli bir kırılma noktası diyebileceğimiz bir tarih.

 

16 Şubat 1969 pazar günü İstanbul’da ABD’liler için bile inanılmaz olarak kabul edilen bir olay yaşandı.

 

Kamyonlarla ve otobüslerle Anadolu’nun çeşitli illerinden gelen bir grup vatandaş, Dolmabahçe’de demirlemiş durumda olan 6. Filo’ya ait bir gemiyi “kıble” yapıp namaz kıldılar.

 

6. filo, hepinizin malumu olduğu üzere, Amerikan emperyalizminin simgesi idi.

 

Başta Mehmet Şevket Eygi olmak üzere, dönemin islamcı yazar tayfasının cihat çağrıları, antiemperyalist mücadele veren gençleri hedef gösteriyordu.

 

Tekbirlerle kılınan “cihad” namazından sonra “Ya tam susturacağız, ya kan kusturacağız”, “Kanımız aksa da zafer İslam’ın” sloganlarıyla Taksim’e yürüdüler. Burada binlerce militana bomba, taş, sopa, satır dağıtıldı.

 

Taksim’e, antiemperyalist gençlik liderlerinin resimleri asıldı.
Duvarlara, “Görüldüğü yerde öldürün” ilanları yapıştırıldı.

 

Taksim Meydanı’na giren savunmasız halk, karşısında birden bire bu “Amerikan mücahitlerini” buldu.
Polisle birlikte halkın ve antiemperyalist gençlerin üstüne saldıran faşistler, ellerindeki bombalar ve bıçaklarla birçok kişiyi yaraladı.
Bu saldırıda ölenler de oldu.

 

Aradan tam 51 yıl geçti.
Türk sağ muhafazakar kesim, Amerika'nın dümen suyunda ilerlemekten kurtulabilmiş değildir.

 

Peşinden gittikleri liderler, Amerikancıdır.
Güya memleketin çıkarlarını gözetirler ama ne gezer; 1969 yılında verdikleri sınav, aradan bunca zaman geçmesine rağmen, siyasi perspektifte kara bir yanlış olarak alınlarına yapışmıştır.
Sonra ne mi oldu?

 

1969 yılını ülke bu şekilde geçirdi.
Sonra Deniz Gezmiş ve arkadaşları idam edildi.
Adeta, Türkiye'nin bu günleri hazırlanıyordu.
Evet, bambaşka bir Türkiye olabilirdik.

 

Dönemin Sovyet Rusya'sının umacı gibi gösterilmesi ve sözde komünizm tehlikesi, vatandaşı maalesef antiemperyalist çizgiden uzaklaştırdı.
Yetmişli yıllar, muhtıralar, darbeler ve geldik ikibinli yıllara..
12 Eylül'ün arkasında da, 15 Temmuz'un arkasında da gizli bir el mutlaka vardı.

 

Bu gizli elin adı, Amerikadır.
Demokrasiye yapılan her müdahaleden sonra ülke daha çok sağcılaştı, daha çok Amerikaya bağımlı hale geldik.
Dikkat edin, bu gün memleketimizde, aynı kimliği taşıdıkları kendi yurdunun insanıyla kavga eden muhafazakâr bir kitle var.
Bunlar, kirli Amerikan siyasetini ağızlarına almazken, sürekli bu ülkenin ortak değerleri ile kavga halindeler.

 

Amerikan tezkeresini zorla Meclis'ten geçirmeye çalışan partilere oy verir, Irak'ta işgalci askerler tarafından tecavüz edilen ve öldürülen Müslüman kadınları görmezden gelirler.

 

İsrail'e karşı Filistin'i tutarlar ama başlarında takke, ellerinde tesbih, Telaviv hurmasıyla oruçlarını açarlar.
İsrail'den liyakat nişanı alan liderlerin peşinden koşarlar.

 

Atatürk'e laf ederler, kurtuluş mücadelesine laf ederler ama Amerikaya tek bir söz söylemezler.
Sözde dindardırlar.

 

'Keşke Yunan galip gelseydi' bile derler.
Oysaki işgal yılları, bu milletin insanlık tarihi boyunca belki de en çaresiz dönemiydi.

 

O mücadele zaferle sonuçlanmamış olsa, parça parça edilmiş Anadolu toprağı üzerinde, işgalci ülkelerden bir parça özgürlük dileniyor olacaktık.
Dilimiz de, dinimiz de, kültürümüz de emperyalist devletlerin inisiyatifinde olacaktı.

 

Bunları görmemek, kör olmakla eşdeğer.
O nedenle, altmışlı yıllarda gelişen devrimci mücadeleyi de kurtuluş savaşının bir parçası olarak değerlendirmek gerek.

 

Altmışsekiz kuşağının antiemperyalist mücadelesi toplum tarafından sahiplenilip, o mücadelenin öncüsü olan gençlere sahip çıkılabilseydi eğer, hakikaten bambaşka bir ülke olabilirdik.

 

Ama biz, şimdiki gibi olmayı tercih ettik.