Ersin Arar

YAŞANMIŞLIKLAR DURAĞI

Ersin Arar

Sabahın ilk saatlerinde, 06:00 sularında, gök gürültüleri ile sıçradım. Hava henüz aydınlanmaya başlamıştı. Güneş usul usul zirveye doğru çıkıyordu. Her gün bu manzarayı izlemek, güneşe itaatimi bildirmek, onu selamlamak için sabah uyanır uyanmaz pencerenin önünde bulurum kendimi. Her zaman yaptığım gibi tutarım okul yolunu. Bu okul yolu ki, dolmuş ile gidilir ve en az yarım saat sürer. Benim için, yani bir şair adayı için büyük bir fırsattır bu. Gözlemleme fırsatı. Bir şair aynı zamanda toplumun resmini çekebilen bir insandır. Kendi fikrime göre, en iyi gözlemciler şairlerdir. Bu yüzden hemen her şeyi gözlemlerim ve oradan bir mesaj çıkarmaya çalışırım. Sabah saat 07:00’ı gösteriyordu, dolmuş beklemeye başlamıştım.

 

Dolmuş yani araba modern bir icattır, bunu kimse inkâr edemez. Ancak içerisi o kadar da modern değildir. Fırsatçı şoför abiler on beş kişilik arabaya her defasında iki katını almak istedikleri için, bana çok ilkel geliyordu. Sanki kağnılarda sıkış tıkış gider gibi... İmkân her zaman, mümkün kılar, insan iseimkânsızlaştırır. Bu dolmuş bahsinde de olay herhalde imkânları doğru kullanamamak ya da işin kurnazlığına gitmekten doğuyor. Bunları düşünürken, dolmuş gelmiş, önümde durmuştu. Hani ayağınız çekmez ya bir yere giderken, benimki de aynı mesele. Güzel bir yolculuk olacağını biliyordum ancak klişeleşmiş soruların sorulmasından da son derece rahatsız oluyordum. Belki bu sefer olmaz diyerek, küçük de olsa bir umut ile:

 

-Çamlıca, bir öğrenci alır mısınız? dedim. Ve o beklediğim muhteşem cevabı alacağımı bilir tavırla diğer cevabımı da hazırlamıştım.

 

-Çamlıca mı ?dedi.

 

-Evet Çamlıca, öğrenci dedim. Diğerinde neyi anlamadın be adam! Laf olsun diye soru soruyor yahut ilk sorduğumda hiç dinlemiyordu.

 

Bu beni her gün biraz daha vereme sürükleyen olaydan sonra en arkaya, sağ tarafa, cam kenarına oturdum. Ve bunu da seviyordum. Ben dolmuşun içinde okuluma giderken, diğer insanların da koşuşturmaya devam etmesi, onların bu telaşlı hallerini izlemek bana her zaman heyecan veriyordu. Ve sonra dolmuşa binenler ve inenler. Kim nereye gidiyor, acelesi olan bu amca, bıkkın teyze, ağlayan bu çocuk ve elinden tutan bu abisi, sabah sabah sakız patlatan bu kız nereye gidiyorlar? Aklımda küçüklükten beri bir düşünce vardır. Herkesin sıkıntısını gidermek düşüncesi. Kendim çok sıkıntılı durumda olsam da bir sıkıntının bir insan hayatına etki etmesine dayanamıyordum. Bunda herhalde babamla annemin ayrılmasının payı büyüktür.

 

Ayrıldıkları zaman da kendimi en azından hayattalar, yaşıyorlar diye avutmuştum. Galiba bir bahane bulmaya da mahkûmdum. Yoksa ne sığınacak bir bahanem ne de tutunacak bir dalım olurdu. Kendimi düşünmeyi pek sevmediğim için bu dönemi kolay atlatmıştım. Ancak bunları düşünürken sanki dolmuştaki herkes bana bakıyormuş, düşüncelerimi okuyorlarmış gibi bir hisle etrafı arada bir gözetliyordum. Yine böyle bir göz gezdirme sırasında gözüm ona ilişti. Allah’ım bu da ne? Divan şiirinden fırlamış bir kız gibi…

 

Hem Baki eksik anlatmış hem Nedim… Bir kez daha baktıktan sonra onlara da hak verdim, bu kainat güzelini görmeden ancak o kadar yazabilirlerdi. Saçları güneş gibi adeta, beni yakmıştı. Gözleri masmavi, deniz gibi, beni boğmuştu. Ne işi vardı bu kızın dolmuşta? Bu kız her yere sırtlarda taşınarak, ayağına paspas olunarak götürülmeliydi bir yerlere. O bir yerler ki, cennet bahçeleri, cennet köşkleri olmalıydı. Yahu bu yüzündeki nurda ne? Ya bu gülüşündeki şeytanlık?  Cennetten düşen huri misin? İnsanlık seni mi bekledi bunca sene, sen misin kainatın yaratılış sebebi?

 

Tabi bunları saniyeler içinde düşündüm ve kainat güzeli kız biraz ileride indi. Bir şairin sözü gelmişti aklıma, tam da beni anlatan “ Otobüste platonik aşka yakalanıp. Otobüsten inince aşk acısı çeker Türk genci.” Ey Cemal Safi, sen benim celladım mısın? Beni bu kız aşkından öldürmüyor, ancak sen bu sözlerinle gururumu öldürüyorsun. Ne demek platonik? Ben o kızı, o olmadan da severim. Onu sevmek için illa onun fiziki olarak yanımda mı olması gerekir? Senin dediğin bu söz basit insanlar için geçerlidir. Oysa ben gönül adamıyım. Her önüme gelene aşık olmam, sadece böyle güzelleri görünce nutkum tutulur, dünya, bu güzellerin yüzü suyu hürmetine dönüyor diye düşünürüm.

 

O yüzden Cemal Safi, her ne kadar aklımı çeldirmeye çalışsan da ben o basit insanlardan değilim. Bunları düşünürken, aldığımız yola baktığımda hiç şaşırmadım. Yine trafik vardı ve yine adım başı yolcu almak için duruyorduk. Yanımda benimle aynı durakta binen ve yanıma oturan Dayı herkese bir şeyler soruyordu.

 

Şimdilerde gençler rahatsız oluyor bu durumdan. Dayı sorusunu sorduktan sonra da sessizce “Sorguda mıyız, sanane Dayı bundan, bu nedir ya sabah sabah” gibi cümleleri duymaya alıştığımdan aldırış etmiyordum. Çünkü Dayının bana da bir soru soracağın bilmek için kahin olmaya gerek yoktu. Ben de Dayının bir şeyler sorması için sıramı bekliyordum. Dirseğiyle hafif dürterek sordu:

- Nereye yavrum, okuyor musun?dedi.

- Evet Dayı, okuyorum. Hayırdır sen nereye? dedim.

- Hastaneye yavrum, bebeğim hastalandı, dedi. Dün gece kızım kaldı refakatçi, ben biraz uyudum evde. Şimdi nöbeti devralmaya gidiyorum. Kızım yorulmuştur dedi. Mırıldanarak kıyamam ben ona canım kızım dedi.

-Dayı dedim. Ne bebeği, senin yaşın epey var. Torunum demek istedim herhalde, dedim.

- Yok yavrum yok, doğru söyledim. O benim bebeğim, dedi. Yaşlandıkça çocuklaştı, bir çocuktan farkı kalmadı. Ama sen bir de bana sor. Aynı aşık olduğumuz günlerdeki gibi, cıvıl cıvıl, şen şakrak, cilveli, nazlı…

-Ah be Dayı ben de yanlış anladım dedim.

- Herkes ilk başta öyle anlar. Ancak benim bebeğim dememe engel değil ya, dedi.

- Dayı özel olacak ama bir soru sorabilir miyim, dedim.

-Sor tabi yavrum, dedi

- Nasıl tanıştınız yenge hanımla, anlat da eski aşklar nasılmış öğrenelim, dedim.

-Hafif tebessüm etti, o günleri hatırladığı besbelliydi. Tamam anlatayım, ama iyi dinle ve soru sorma, dedi.

- Merakla, tamam dedim. Ama niye soru sormamı istemiyor acaba? diye düşünmeden de edemiyordum.

  • Ben on altı yaşındaydım. Babam o zamanlarda hamallık yapardı. Ben de bunun kıymetini bilmez sürekli haylazlıklar yapar onun başına iş açardım. Okula da gitmiyordum. O zamanlar evlilikler erken olurdu. Babam, yeter artık, bir iş tutma, ev reisi olma zamanın geldi diyerek beni işe verdi. Bir balıkçının yanında işe başlamıştım. Ancak denizden korkuyordum, tabi zamanla yendim bu korkuyu. Eğer seni pışpışlayacak birini bulamazsan korkularını ya da takıntılarını yenmek zorunda kalırsın evlat. Ben bir yıl çalıştım ve işi öğrendim. Ve sıra evliliğe gelmişti. Kızı çoktan bulmuşlar, konuşmuşlar, her şeyi ayarlamışlardı. Yalnız birbirimizi hiç görmemiştik. Ve evleneceğimizden de haberimiz yoktu. Görücü usulü bile değildi yani. Onda en azından görme var. Ben hanımımı ilk defa nişanda gördüm. Buna şimdi kimse inanmaz ama bu böyle, yalan mı söylüyorum sanki. İkinci görüşümde düğünde oldu. Ama arasam o kadar güzelini bulamazdım herhalde. Allah’ım bu ne güzellik. İlk defa aşık olmuştum. Hem aşık olmuş, hem de zorlanmadan evlenmiştim. Yani şimdiki aşklar gibi değildi evlat, görmeden evlendik ve hala da aşığız birbirimize. Şimdi bakıyorum da iyi ki böyle evlenmişim. Şimdiki evliler maalesef bir yıl bile dolmadan boşanmaya başlıyorlar, heyecan diyorlar heyecan bitmiş.Onları da anlamak çok zor.

-Öyle vallahi dayı, heyecan nedir ya? Aşık olarak evleniyorlar üç yıl sürmüyor. Yahu hani aşıktın? Hevesmiş demek ki…

 

-Evet zamane gençlerini anlamanın imkanı yok. Elli yıl oldu biz evleneli, yaşım altmış yedi. Hanımım da bir yaş küçüktür benden, o da altmış altı. Ancak son zamanlarda yaşadıkları yıprattı onu, çok sevdiği iki halasını bu yıl kaybetti. Geçen sene de peş peşe anne ve babası vefat etti. Durumu iyi değil oğul, dedi.

 

Ben Dayının hikayeyi anlatmaya devam edemeyeceğini anlayarak, gözlerim dolu bir şekilde dışarıya baktım. En son söylediği söz, durumu iyi değil oğul, derken benden bir parça kopmuştu sanki. Ne yapmalı bu Dayı için diye düşünüyor, bir çıkış yolu bulamıyordum. Dayı az ileride ineceğini söyledi ve bacağıma iki kere hafifçe vurarak ve başıyla selamlayarak indi. Ancak anılarını almayı unuttu. Alsaydı da gitmezlerdi zaten.

Bu sırada inenler, binenler oluyor ancak kısa mesafe yolcularını pek gözlemlemeyi sevmem. Onlar kısa bir mesafe için yürümeyi bile göze alamayan tembel insanlardır. Geç kalanlar hariç tabi. Ancak onlar da geç kaldıkları için tembel olmuyorlar mıydı? Niye zamanında kalkmıyorsun ki?

 

Bu sırada inenler ve binenler oluyor. Dolmuştaki kişiler sürekli değişiyordu. Yanıma, Dayı inince bir kız oturmuştu. Ancak bu kız çok tedirgindi. Çantasını benden tarafa koymuyordu, sürekli montunu düzeltiyordu, bana değmesin diye. Arada bir de kötü bir bakış atıyor. Sanki ben sapıkmışım muamelesi yapıyordu bana. Tabi bu hisleri bana yaşattığı için onunla hiçbir iletişime geçmeyeceğime emindim. Her zaman böyle numune, az sayıdaki paranoyak insanlar gelir beni bulurlardı. Az ileride inmesi için dualar ediyor, bu sırada da gözlemi elden bırakmıyordum.

 

İnenlerin ve binenlerin olduğu az ileriki durakta bu paranoyak kız da indi. Onun yerine bir Teyze oturdu. Teyzenin yanında da torunu duruyordu. Muhabbetlerine kulak misafirliği yaparken anlamıştım bunu. Okula mı götürüyordu torununu? Yok, hiç sanmam, çocuk kendi başına gidebilecek yaşta. Keşke sormasaydım, teyze de anlatmasaydı.

 

-Torunun mu teyze? dedim. Meraklı ve tok bir sesle.

- Evet torunum, adı Salih, sekize gidiyor, dedi. Çocuğun yanağından şapur şupur öptü ve seni yaradana kurban olurum yavrum dedi.

-Maşallah Teyze ne de çok seviyorsun torununu, dedim.

- Niye sevmeyeyim, o bana Allah’ın emaneti, dedi.

- Nasıl yani teyze? dedim.

-Cüzdanından para çıkartarak torununu şoföre para vermeye gönderdi. Bana da, bu garibin annesi ve babası trafik kazasında vefat etti. O arabadan bir tek bu kurtuldu. Benim de kimsem yok, onun da. O benim kaderdaşım yani kader arkadaşım, can yoldaşım, bu hayattaki tek varlığım o, dedi.

 

- Allah rahmet eylesin teyze, diyebildim.

Ve kendime hakim olamadan çocuğa acıyarak bakmaya başladım. Ve acıyarak baktığım için de kendimden nefret ediyordum. Zavallı çocuk bu yaşta bu kadar yükle nasıl yaşayabiliyordu? Empati yapmak imkansız. Empati böyle durumlar için her zaman devre dışı kalır. Kimse kendini çocuğun yerine koymak istemez, koysa bile ne hissettiğini tam olarak bilemez. Ben muhabbeti daha fazla deşip, Teyzenin yüreğini dağlamak niyetinde değildim. Zaten o da ağlamamak için kendini zor tutuyordu.

 

İnenlerin ve binenlerin olduğu ilerideki bir durakta indiler. Bu durak mezarlığın yanındaydı ve nereye gittiklerini tahmin etmek çokta zor olmamıştı. Ve bu Teyze de anılarını almamıştı. Anılar yüreğimde birikiyor, biriktikçe ben de ağırlaşıyordum. Böyle hayatlar varmış demekki, sadece filmlerde olmuyormuş diye düşünüyordum.

 

          Ben bunları yaşarken ve düşünürken, dolmuş şoförü herkesle kısa bir münakaşa yaşamıştı. Çünkü araba tıka basa dolmuştu. Nefes alacak yer yoktu. Ben ilk durakta bindiğim için hiç bu kargaşayı yaşamadım ancak izlemek, gözlemlemek daha çok hoşuma gidiyordu. Ve her dakikada bir yırtıcı bir ses “Arkaya doğru yanaşalım arkadaşlar.” Arkası uzay boşluğu da biz mi görmüyoruz şoför abi? Neyse her gün bunun kavgasını vermekten yorulmuştum ve hiçbir şey demiyordum.

          Dolmuşa inenler ve binenler oldu yanıma da tekrar birileri geldiler ve gittiler. Ben de camdan dışarıya bakarak Dayının hanımının durumunu, zavallı çocuğun omuzundaki yükleri düşünüyordum.

 

Okula beş dakikalık bir süre kalmıştı. Bu sürede bile birçok inenler ve binenler oldu. Birçok güzel indi ve bindi. Ancak hiçbiri, ilki gibi, yani divan şiirinden fırlamış kız gibi değildi. Hala yangını devam ediyordu. Ancak onu bir daha göremeyeceğimi de çok iyi biliyordum hatta birazdan yüzünü unutacağımı da. Ancak sadece dolmuşta bulunması, onunla aynı yerde olmak ve onunla karşılaşmak bile büyük bir şerefti. Böyle bir güzelin ne tasviri yapılabilir ne de şiiri yazılır. Böyle bir kız sadece sevilir. Belki gerçekte belki düşlerde…

 

Bu kısacak yolculuktan sonra nihayet okula gelmiştik. Herkes önünü arkasını gözetmeden, birbirlerine çarparak hızlı hızlı inmeye çalışıyordu dolmuştan. Ben genellikle en son inerim ve mutlaka şoföre hayırlı işler abi, derim. O da umursamadan hadi in be adam der gibi acele bir cevap verir, ne dediği de anlaşılmazdı. Yahu ne kaba saba adam, böyle adamı kim sever be diye düşünürüm. Dolmuş bir hışımla kalkış yaptı ve hızlanmaya başladı. Daha önce görmemiştim herhalde bu yazıyı çünkü unutulacak gibi değil. Arabanın arka tarafında kocaman yazılarla şu yazıyordu “ Ya birimiz diğerinden, ya birimiz bu diyardan.”Bu kaba saba adam da terk edilmişti yahut terk etmişti… Bütün düşüncelerim değişmişti bu adama karşı. Bir dahaki yolculukta yanına oturup, hikayeyi dinlemek için can atıyordum.