Yusuf Demircioğlu

Bir Büyük Usta: Tarık Buğra

Yusuf Demircioğlu

Bir Büyük Usta:  Tarık Buğra

 

Gençliğim Eyvah

 

Tarık Buğra ; 2 Eylül 1918’de Akşehir’de doğdu. 26 Şubat 1994’de öldü. Ansiklopedik bilgilerle zaman kaybetmeyelim. Google amcadan bulabileceğiniz tekrarlamak değil amacımız.

 

76 sene geçirdi bu dünyada. Milyarlarca insanın milyarlarca sene yaşadığı dünyamızda adını ölümsüzler listesine yazdırdı. Farkı neydi peki? Üstünde duracağımız konu bu.

 

Tarık Buğra’yı farklı kılan; sanata, edebiyata, siyasete olan bakış açısıydı. Hele Allah’a ısmarladıkları...

 

Tarık Buğra’nın hayatında farklı bir yer kaplar. Allah’a ısmarladık demek kolay iş değildir. Parasının gücüyle sizden inanmadıklarınızı yazmanızı, inandıklarınızı yazmamanızı isteyen bir patrona Allah’a ısmarladık demek, hiç kolay iş değildir. İşinden, aşından, geçiminden eder insanı.

 

Cesaretli olmanız lazım. Gelecekten korkmamanız, kaleminize güvenmeniz, üç günlük dünyaya tamah etmemeniz lazım. Dik durmanız… Sandığınız kadar kolay değildir. Allah’a ısmarladık demek. Hayatı boyunca inanmadığı hiçbir şeyi yazmadı. Kalemini satmadı. Hiçbir gücün, ideolojinin adamı olmadı.

 

İnsanların kalıplara sokulmasına, sınıflandırılmasına karşı çıktı. Tarık Buğra için aslolan insan olmaktı. Düşünen bir insan olmak. Ne düşündüğünüzün önemi yok.

 

Kendisi anlatıyor; “Askerde tam on bir sürgünüm vardır. Sebep de bıyık inkılabıdır. Milli şef bıyıklarını kesmişti, bütün asker ve memurlardan da bıyıklarını kesmelerini istiyordu. Kesmedim. Bıyık yasak değildi, üstelik şekli bile tespit edilmişti. Köle değildim. Sürgün mü, baskı mı, hay hay. Ama bıyık kesmeye hayır.”

 

En ufak bir baskıda sesini kesmeyi kabul edenlerin yanında, kökü kendisinde olan bıyığını bile kesmemek ve bedel ödemek küçük bir kahramanlık sayılmaz.

 

Küçük Ağa, Osmancık, Dönemeçte, Yağmuru Beklerken, İbişin Rüyası, Siyah Kehribar, Yalnızlar, Düşman Kazanma Sanatı ve daha niceleri Tarık Buğra’nın kaleminden çıktı.

 

Çoğumuz Tarık Buğra’yı Küçük Ağa ile tanıdık. İstanbullu Hoca, Çolak Salih ile…

 

Benim hayatıma ise Gençliğim Eyvah ile girdi ve bir daha çıkmadı.


Tarık Buğra, “Gençliğim Eyvah” için en önemli eserim der. Tarık Buğra’nın bütün eserlerini okumuş biri olarak rahatça söyleyebilirim ki; “ Gençliğim Eyvah” Tarık Buğra’nın en önemli eseridir.

 

Gençliğim Eyvah neden bu kadar önemli? Kurtlar Vadisi dizisini izleyenler bilir. Dizinin başlangıcında “Türkiye’nin bu karanlık ve puslu vadisinde yaşananları anlattığımız kişiler ve kurumlar tamamen hayal ürünüdür.” yazar.

Oysa Gençliğim Eyvah ’ta anlatılanlar gerçektir. Türkiye’nin dününü ve bugünü ve belki de yarını anlatır.

 

Şu cümlelere bir bakalım; “İhtiyar gerçekten de, bir imparatorluk kurmuş, daha 1930’larda bir tek insan için- bir devlet içinde – akıl almaz bir eylem gücüne ulaşmıştı. Devlet içinde devlet olmuş, bu örgütünü de Türkiye’nin dört döneminde, her dönemde bir parça daha güçlendirerek sürdürmüştü”

 

Düşünün bakalım aklınıza ne geliyor? Son yıllarda öncelikle paralel devlet yapılanması sonrasında devletin içine çöreklenmiş terör örgütü lafını ne kadar çok duyduk değil mi? O günlerden bu günlere sanki ışık tutmuş ve tabloyu net olarak görmüş.

 

Bir insanın devlet içinde devlet kurabileceğini öngörmüş ve yıllar öncesinden kaleme dökmüş. Uyarısını yapmış. Kandırılmak istemiyorsak uyarıları dikkate almalıyız.

 


Kısır tartışmalarla geçirdiğimiz yıllar. Hiç kimseye hiçbir faydası olmayan konular üzerinde yapılan tartışmalar. Aynı gazeteci ve televizyoncuların aynı cümleleri milyonlarca defa tekrarladığı programlar…

 

Tarık Buğra’nın bunun için de söyleyecekleri var kitapta. İhtiyar’ın ağzından söylettiklerine bakalım; “ Mesela yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar? Benzeri bir münazara konusu ortaya atmaktan başka bir şey yapmadım. Cümbüş, o zaman kendiliğinden başlıyor ve alev kendi kendini besleyip azdırıyordu. Yeryüzü, bir şeye bay veya bayan filan ak dediği için kara demeye can atan bay veya bayan falanlarla doludur.”

 

Bugünkü Türkiye’ye ne kadar da benziyor. İnanmıyor musunuz? Üst üste birkaç tartışma !!! programı izleyin. Tarık Buğra’nın haksız olmadığını göreceksiniz.

 

Bizim insanımıza has bir özellik midir? Bilmiyorum. Hatamızı kabul etmeyiz. Hatamızı kabul etmediğimiz için olsa gerek hatalarımıza çözüm de aramayız.

 

Hayatımıza dönüp bakalım. Hangi noktada başarısız olmuşsak, o noktada bizden başka herkes sorumludur. Suç hep başkalarındadır. Patron önümüzü kesmiştir. Arkadaşımız bizi sırtımızdan vurmuştur. İşimizde, iş arkadaşlarımız yüzünden yükselemiyoruzdur.

 

Aklımıza gelebilecek binlerce bahanemiz vardır. Hatta işi abartan “Allah yürü ya kulum” demediği için yerinde saydığını düşünenler bile vardır. Ama bizde hata yoktur.


Tarık Buğra bu özelliğimizi tam göbeğinden yakalamış. Yine ihtiyara söyletiyor; “Geri kalmış ülkelermiş! Bunun arkasından evde kalmış kızların yakınışı gelir. Kör kaderim benim! Öteki öteki… Yani geri bırakılmıştık! İşte o zaman başlar dişler gıcırdamaya ve kafa düşman aramaya”


Ne kadar tanıdık değil mi? Hemen her gün dinlediğimiz şeyler. Dış mihraklar… Ne olduğunu bile bilmiyoruz ama sürekli duyuyoruz. Hepimiz düşmanız dış mihraklara. Dolar artarsa Amerika’nın oyunu, borsa düşerse finansal güçlerin oyunu. Terör, İsrail oyunu. Neden otomobil üretemiyoruz, biliyor musunuz?

 

Bakın o da büyük sermaye sahiplerinin oyunu!!! Bizim hatamız yok. Beynimiz sürekli düşman aramakla meşgul. Eee beynimiz yoğun… Çalışacak, üretecek, memleketi geliştirecek vaktimiz yok.

 


Gazete okuyor musunuz? Bence okumayın. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey zamandır. Gazete okuyarak zamanınızı çöpe atmayın.


Gazete bilgi alabileceğiniz kaynaklardan biridir. Tabii; basım yeri Türkiye değilse…


İhtiyara kulak verelim; “ Dün Ali’yi övmek için onursuzluk rekoru kıran bir baş yazar bakıyorsunuz bugün ona sövüp sayıyor ve Veli’yi aynı hayasızlıkla övüyor” Çok tanıdık değil mi? Bugüne ne kadar benziyor. Dün de böyleydi zaten. Bir dediği bir dediğini tutan, çizgisini bozmadan yazan kaç kişi tanıyorsunuz?

 

Bir iki isim söyleyebilirsiniz belki. İşte tam orada Türkçe imdadımıza yetişiyor. İstisnalar kaideyi bozmaz.

 

Eğitim, kanayan yara. Eğitim sistemimizin kaç kere değiştiğini bilen var mı? Sürekli farklı bir sisteme geçiyoruz. Sürekli farklı bir sistem deniyoruz. Sonuç: Koskocaman bir sıfır. Sıfıra ulaşmak için uğraşıp duruyoruz. Bu gidişle daha çok uğraşırız. Etrafımız adını yazmaktan aciz üniversite mezunları ile dolu. Yıllarca yabancı dil dersi veriyoruz.

Sonuç; “How are you? Fine, thanks and you” Nasıl başarıyoruz bunu?


Basit. Sorunun çözümünü sistemde arıyoruz. Sistemi işletecekler hakkında bir çalışmamız yok. Öğretmen yetiştiremiyoruz.

 

Öğretmenlerimizin de kendini yetiştirmek için bir çabası yok. Yine Türkçe’nin yardımına başvuralım: İstisnalar kaideyi bozmaz.


Tarık Buğra, bir ülkenin gelişmişliğini eğitim seviyesinde görür. Hangi arabaya bindiğinizin önemi yok. Büyük binalarda yaşamanızı zerrece önemsemez.

 

Daha büyük betonların içinde yaşıyor olmak, bir ülkenin gelişmişlik seviyesini arttırmaz. İyi eğitim tek şarta bağlıdır. İyi öğretmene. Adına üniversite dediğimiz binalar yapmaya ve her gün sistem değiştirmeye değil.

 

Öğretmenler kusurumuza bakmasın. İhtiyar’ın ağzından onları anlatacağız; “Öğretmenleri putlaştırdım. Put olduklarına onları da inandırdım. Bana bir kelime öğretenin kölesi olurum! Ne sözüdür bu?

 

Ama değerini anlamak için, kelimeden ne kastedildiğini anlamak gerek. Bilineni öğretmek değildir o… doksan dokuz bin sekiz yüz elli iki kişiden ve bir milyon yedi yüz otuz altı yazılı varaktan öğrenilebilecek değildir o. O yeni bir açıdır; yeni bir yorum, yeni bir keşiftir o. Balta girmemiş ormanlardan, ayak basmamış doruklardan, gemi geçmemiş deryaların derinliklerinden getirilen yeni bir keşiftir o!

 

Püyyffff… iki kere iki dört eder… dünya yuvarlaktır … Bir üçgenin iç açılarının toplamı yüz seksen derecedir…veya hatta uzay muzay hikayeleri ile, her zaman yüz seksen derece değildir….ve benzerleri! Bütün bunları ilk bulanlara değil de, üç bin yıldır tekrarlayanlardan birine kölelik!”

 

Her öğretmenler gününde “Bana bir kelime öğretenin kölesi olurum” sözünü hatırlatan öğretmenlerimiz, dönüp bir baksınlar kendilerine. Kendilerine kırk yıl kölelik etmemizi gerektiren ne katıyorlar hayatımıza?

 

Pek bir şey kattıkları yok. Katmış olsalardı, bugün gelişmiş ülkeler liginde yerimizi çoktan almış olurduk.

 

Sloganları sevmez Tarık Buğra…

 

Sloganların düşmanlıktan başka bir şey üretmeyeceğine inanır. İçi boş sloganlar, kitleleri kolayca etkiler. Ama kitlelere düşmanlıktan başka hiçbir şey katmaz.

 

“Din elden gidiyor, vatan elden gidiyor, irtica geliyor” ve daha niceleri. Sloganın büyüsüne kapılan insan, düşünmez zahmetine katlanmaz. Zaten slogan üretenlerin amacı da budur. Sakın sormayın!!! Din neden elden gidiyor, vatana ne oluyor? İrtica niye geliyor? Sormayın, yığının bir parçası olun. Düşünmeyin.

 

İhtiyarın sloganları nasıl kullandığına bakalım; “….. Beş on sloganla ve bir o kadar da hinoğlu hin paradokslarla bırakıyordu. Artık bu sloganlar ve paradokslar olduğu için yaşanıyor, ancak bunlarla yaşanabiliyordu. Bunların dışında her şey ama her şey ... sevgi, arkadaşlık, aşk, acıma, hoşgörü yardım etme, el uzatma … kısacası işte her şey anlamsızlaşıyor, yok oluyordu”

 

Tarık Buğra öyle demiyor, ama. Her zaman sorun. Her zaman sorgulayın. Yığının bir parçası olmayın.

Hayatınızı üç beş sloganın köleliğine bırakmayın. Düşman olmayın. Hayatınızın merkezine sevgi, arkadaşlık, aşk, acıma, hoşgörü yardım etme, el uzatmayı alın.

 

Tarık Buğra, hayatı boyunca insanları gaza getirmek, iktidarlara hoş görünmek için tek satır yazmadı. Küçük hesapların adamı olmadı. Bir ömrü: doğru bildiklerini, doğru kelimelerle okuyucusuna aktarmak için harcadı.

 

İnsan hak ve hürriyetlerinden yana oldu. Düşündüklerinize katılmasa bile saygı duydu. Düşündüklerinizi söyleme hakkınızı savundu. Gerçek bir aydın gibi davrandı.

 

Gerçek aydınlar ölmez. Fikirleri, inançları yazıları sonsuza kadar yaşar. 26 Şubat 1994’de ölen Tarık Buğra’nın ismi; başka bir bedende yaşamaya devam ediyor. 20 Eylül 2013’de doğan Tarık Buğra Demircioğlu’nun bedeninde….