Samsunsonhaber Köşe Yazarı Harun Fırıncı'nın kaleminden: Düello ve Pusu 1
Düello ve pusu, Batı ve Doğu toplumlarının bireyler arası hesaplaşma biçimlerine dair iki zıt kültürel yöntemi temsil eder. Bu iki yöntem, tarihsel olarak karşıt medeniyetler olarak betimlenen Batı ve Doğu'nun temel değer yargılarını, onur ve güç anlayışlarını yansıtır. Düello, Batı'da özellikle Orta Çağ sonrasında aristokratik çevrelerde gelişmiş, belirli kurallar çerçevesinde yürütülen ve şeffaf bir adalet arayışını barındıran bir hesaplaşma biçimi olarak görülmüştür. Buna karşılık, pusu daha çok Doğu toplumlarıyla ilişkilendirilmiş; dolaylı, gizli ve çoğu zaman asimetrik güç dengelerine dayanan bir karşı koyma biçimi olarak yorumlanmıştır.
Ancak bu keskin ayrımın ötesine geçmek gerekir. Kierkegaard'ın ifadesiyle insan, zıt kutupların bir sentezidir; dolayısıyla onun oluşturduğu toplumlar da bu zıtlıkların bir aradalığını, yani gri alanları, tutarsızlıkları ve anomali olarak görülebilecek unsurları içinde taşır. Hiçbir kültür tam anlamıyla saf ya da homojen değildir; hem Doğu'da düelloyu çağrıştıran karşılaşmalar, hem Batı'da pusu benzeri entrikalar tarihsel örneklerle mevcuttur.
Yine de düello ve pusu, medeniyetlerin karakteristik yönelimleri üzerine düşünmek adına bizlere gümrah birer zemin sunar. İlki doğrudanlığın ve bireysel onurun temsili olarak öne çıkarken, ikincisi stratejinin, dolaylılığın ve toplumsal dengeyi bozmadan sonuca ulaşmanın yollarını sembolize eder. Bu çerçevede, bu iki hesaplaşma biçimi üzerinden medeniyetler tarihine dair daha derinlikli bir sorgulama yapmak mümkündür.
Batı'da düellonun kökenleri, yalnızca onur temelli bireysel karşılaşmalara değil, aynı zamanda kutsal bir adalet anlayışına dayanmaktadır. Roma'daki Kolezyum dövüşlerinden Cermen geleneklerindeki adalet düellolarına kadar uzanan bu çizgide, bireyler arası çatışma çoğu zaman topluluklar arası savaşın yerine geçen sembolik bir mücadele işlevi görmüştür. Özellikle Cermen topluluklarında, iki taraf arasındaki silahlı karşılaşma sadece fiziksel güç gösterisi değil, Tanrı'nın iradesini ortaya koyduğu bir sınav olarak kabul edilmiştir. Kazanan tarafın haklı olduğuna, zira Tanrı'nın onu desteklediğine inanılmıştır. Bu inanç yapısı, hem toplu kıyımı önleme işlevi görmüş, hem de sonuçlara itirazı ilahi düzeyde geçersiz kılmıştır.
Bu kadim anlayış, zamanla Orta Çağ Hristiyan Avrupası'na da nüfuz etmiş ve düelloyu sadece bir onur meselesi değil, aynı zamanda bir adalet biçimi olarak konumlandırmıştır. Böylece düello, Batı'nın hukuk ve etik düzeninde meşru bir çözüm aracı haline gelmiştir. Bu durum, bireysel hak arayışının Tanrısal düzenle birleştiği bir kültürel zeminin oluşmasına katkı sağlamıştır.
Bugün bildiğimiz anlamıyla düelloların kökeni Orta Çağ Avrupa'sına uzanır. Bu düellolar, birbirine hasmane duygular besleyen iki kişinin, en az iki tanığın huzurunda ve önceden belirlenmiş kurallar çerçevesinde, bir korulukta, ormanda ya da kırda bıçak veya tabanca kullanarak gerçekleştirdiği hesaplaşmalar olarak tanımlanır. Onur düelloları, aşk düelloları ve askeri düellolar gibi farklı türleri vardır. Yasaklanmaya çalışılsalar da, toplumsal kökleri güçlü olduğu için yüzyıllar boyunca varlıklarını sürdürmüşlerdir. Diplomasi tarihinin önemli isimlerinden Kardinal Richelieu, düelloları devletin şiddet tekelini tehdit eden bir uygulama olarak görmüş ve yasaklamak istemiştir; ancak bu konuda tam anlamıyla başarılı olamamıştır. Zira düellolar, kanunun dışına çıkarak bireylerin kendi adaletini sağlamaya çalıştığı bir uygulama olmaları bakımından, devletin meşru şiddet tekeline doğrudan meydan okumaktadır.
Batı edebiyatında düellonun etkisi ve işlenişi saymakla bitmez; ancak ilk akla gelen örnekler şunlardır: Alexandre Dumas'nın Üç Silahşörler romanında D'Artagnan'ın Paris'e gelir gelmez üç farklı kişiyle düello ayarlamak zorunda kalması; Shakespeare'in Hamlet oyununda final sahnesindeki düello; Cyrano de Bergerac'ta Cyrano'nun hem şiir söyleyip hem de düello yaparak rakibini alt ettiği unutulmaz sahne; Stendhal'ın Kırmızı ve Siyah eserinde Julien Sorel'in düello tehditleriyle karşı karşıya kalışı ve daha niceleri. Ayrıca, Puşkin'in bir düelloda aldığı ağır yaralar sonucu hayatını kaybettiğini de anmadan geçmemek gerekir.
Düellonun Batı tarihindeki yerini muhteşem bir şekilde işleyen ve benim de hayranlıkla izlediğim eserlerden biri, yönetmenliğini Ridley Scott'ın yaptığı 1977 yapımı The Duellists (Düellocular) filmidir. Film, 1800'lerin başında Napolyon'un Büyük Ordusu'nda görev yapan iki Fransız subayı, Armand D'Hubert ve Gabriel Féraud, arasında, önemsiz bir olayla başlayıp yıllar boyunca süren düellolar dizisini konu alır. Zamanlar, coğrafyalar ve siyasi bağlamlar değişse de bu kişisel hesaplaşma, her seferinde yeniden alevlenir; hatta ikili, Napolyon'un Rusya seferinde bile karşı karşıya gelir.
Aşağıdaki resim, söz konusu filmden bir sahneyi yansıtmaktadır: İki subay, pastoral bir ortamda, çalılıklar, uzaktaki ağaçlar ve loş ışıkla çevrili koyunların önünde, sessiz ama gerilim yüklü bir karşılaşmaya hazırlanır. Bu sahne, yalnızca düellonun değil, aynı zamanda dönemin ruhunun, onur anlayışının ve insan doğasının harikulade bir yansımasıdır.