BÜLBÜL GÜLE KARGA ÇÖPLÜĞE

BÜLBÜL GÜLE KARGA ÇÖPLÜĞE

Tufan akçagöz'ün kaleminden BÜLBÜL GÜLE KARGA ÇÖPLÜĞE

İnsan için ustalık yaşı yoktur hayatta.

Olgunluk ise, epey bir örselenme gerektirir.

Kalbine mahmuz değmeden, dizginlenip sürüklenmeden, insan olgunlaşmanın kenarından bile geçemez. 
Zinhar! 
İki kelime bilse, üçüncüsüne hasretse şayet..
Öyle hissediyorsa, bir açlık duyuyorsa yeni ve güzele dair; işte o zaman onu var eden ruhun bir parçası olduğunu kavramış demektir. 
İşte bu, olgunluğa giden yoldur. 
Kimi kitap okuyarak tanır hayatı, kimi ise yaşayarak ve yaşatarak.
Hangisi kârda derseniz, baktığınız açıya göre değişir. 
Anadolu'nun garip bir köyünde, üç beş emektar hayvanın ortasında ve ağılların kokusu içinde, zamanı hiçe sayarak yaşamak pek âlâ mümkün ama her zaman çatısı akan evlerin çaresizliği hayatı bütünüyle öğretmeye ve anlamaya yetmez. 
Ama işte o aynı köyün içinde, Turgenyev'in postuna bürünerek; 'Söyler misiniz, sözgelimi müzik dinlerken, sevdiğimiz insanlarla güzel bir akşam geçirirken, onlarla sohbet ederken duyduğumuz haz neden daha çok bir yerlerde var olan büyük bir mutluluğun yansımasıymış gibi gelir bize?' diye soruvermek de mümkün karşına çıkan ilk adama.
'Mutluluk, bizim olmadığımız yerdedir.'
Kitap, yaşatır. 
Sandırır ve bolca kandırır. 
En güzel tarafı da budur sihirli cümlelerin. 
İstanbul'u gezmek için, atlarsınız arabanıza, yoksa kiralarsınız.. 
O da yoksa, minibüslere kıran mı girdi?
Altını üstüne getirseniz böylece, tamam olur mu gezmeleriniz?
İstanbul'u anlatan şiirler okumadan, tatmadan Yahya Kemal'i, Orhan Veli'yi; hep eksik görmüş, hep eksik seyretmişsinizdir bu cennet diyarı.
Olgunluk, hayatın gerçek tarafıdır. 
Bir de bilmek ve erdem var ki, insanı belki de en çok yoran şey budur. 
Bilgelik, kitaba dayalı bir durak değildir.
Bilemeye bilemeye ve düşe kalka evrilir insan..
En sonunda insanın kafasına tak diye vuran bir tecrübe hasatıdır ki, işte o insan bilge insandır. 
Bunu bir tek kendisi bilemez. 
Bülbül, şakıyarak çağırır seni, sofrasına buyur eder..
Çileyene baksana, kendini sana beğendirmek için ne hallere giriyor.. 
Karga seni yoldan çıkarır, pişman eder..
'Yaşam, acımasız bir öğretmendir. Önce sınav yapar sonra ders verir.' derler. 
Sadece sınav yapıp ders vermekten ibaret değildir yaşam denen varlık ve yokluk süprüntüsü. 
Kulak çeker, bıçak çeker, yaralar..
Koca koca ısırıklar alır, çirkin dişleri, koca dudaklarıyla insanın etinden..
Dişini ta kemiğe geçirir kimi zaman.
Acıtır, kanatır..
Çirkeftir, çirkefleşir..
'Gökyüzünün başka rengi de varmış! Geç farkettim taşın sert olduğunu. Su insanı boğar, ateş yakarmış. Her doğan günün bir dert olduğunu. İnsan bu yaşa gelince anlarmış.' derken Cahit Sıtkı, çayın kokusunu mu yeni fark etmiş, yoksa kana kana su içmenin insanın ruhuna dokunan tarafını mı? 
Dilinde suyun doygunluğunun verdiği hazzı, dünyada hiçbir şeye değişmez insan.. 
Arif olmak, bir mühendislik meselesi ve irfan, dokuz katlı binanın o son katına ve elinde onca yükle her gün merdivenden çıkmanın verdiği zorlukla eş değer bir yaşam sancısı çekmeden elde edilecek bir armağan değildir. 
Otuz yedi ekran bir televizyon ekranı değil ki hayat..!
Alabildiğine geniş bir efsunlu düş görüyoruz dikkatli bakınca. 
Görüyoruz, baktığımız yerin ışıltısı buna sebep..
Bakıyoruz, simsiyah bir kara perde örtülüyor çepeçevre üstümüze..
Ölüyoruz. 
Toprağın altında insanın önce gözleri çürürmüş, en son kalbi.
Niye?