BİR AVUKAT OLARAK SÖYLÜYORUM

BİR AVUKAT OLARAK SÖYLÜYORUM

Tufan Akçagöz'ün kaleminden BİR AVUKAT OLARAK SÖYLÜYORUM

Onat Kutlar, ‘İnsan önce Hukuk Fakültesi kantininden mezun olur, sonra da Hukuk Fakültesi'nden mezun olur’ der. 

Hem kantine devam ettim yıllar boyu, hem de Hukuk Fakültesi'ne.
İkisini de ihmal etmedim. 
 
Dolayısıyla, kendimi görevimi layıkıyla yapmış kabul ediyorum. 
Kantinde bolca gırgır vardır ama hayata dair bilgiler de oradadır.
Dersliklerde ise hayata dair bir şeyler anlatana rastladın mı, şanslısın.
Yoksa tornadan çıkmış gibi, yüklenirsin bir çok bilgiyi ama yönünü bulmak için yine kantinin dünyasına ihtiyacın vardır. 
 
Kantinle fakülte derslikleri arasında aşırı gidip gelince, bir çok şeyi erkenden sezebilmek gibi bir yeti gelişiyor insanda ve o nedenle son günlerde hükümetin Barolar üzerinden Avukatlık mesleğini ve oradan da bağımsız savunmayı örselemeye çalışması pek canımı sıkıyor. 
Bağımsız savunma deyince birilerinin  tüyleri diken diken oluyor, biliyorum. 
 
Ne bu sözü duyunca diklenen ilk tüydür dünya üzerindeki, ne de bu savunmayı ilk defa avuç içine alma çabasıdır. 
 
Hükümetimiz yeni bir taslak hazırlıyor ve bu taslak, kısa zamanda yasa haline getirilmeye çalışılıyor. 
 
Bu hiç kuşkusuz, Barolara diz çöktürme yasası olacaktır.
Temsilde adalet gerekçesiyle büyük Baroların delege gücünün tırpanlanması, siyasi iktidarın Avukatlık mesleğini kündeye getirme çabasından başka şey değildir. 
 
Hele ki, bir ilde birden fazla Baro kurulmasına yönelik fikir ilk kimden çıktıysa, ilk silahı o çekmiş, bağımsız savunmanın kalbine ilk bıçak darbesini o indirmiş ve Baroları siyasetin emrine ilk o vermiş demektir. 
Tayyip Erdoğan Üniversite'de, en çok kantine mi devam ederdi, yoksa çıkıp sınıfa ders mi dinlerdi bu konuda elimizde net bir bilgi yok.
Kendisinin Üniversite yıllarına dair de pek az şey biliyoruz.
Tamam itiraf edeyim, Erdoğan'ın o yıllarına ilişkin hiç bir şey bilmiyoruz. 
 
Memlekette, 'Erdoğan, Üniversite öğrenimi ile yetinmeyip, başarılı öğrencilik hayatını  akademik kariyerle sürdürmüş ve profesör olmuştur' deseler inanacak bir kitle var ve aynı kitle, bu konulara girince bize çok kızıyor. 
 
Konu başka tarafa savrulmasın, ben kendisinin kantin çevrelerine hakim olduğunu söyleyebilirim. 
 
Aksi halde ta oralardan buralara gelmesi mümkün olmazdı diye düşünüyorum. 
 
Çünkü, kantin herkes demektir. 
Herkes ise, siyasetin doğal malzemesidir.
Yoksa, İETT'de işçi iken sihirli bir yükselişle kışlık ve yazlık saray sahibi olmak ve bunca siyasi unvan kazanmak, her babayiğidin harcı değildir. 
 
Siyasetin malzemesi insansa, erbabı siyasetin mahareti de bu malzemeyi işleme becerisinde gizlidir. 
Erdoğan'la ilgili bir hikaye anlatılır. 
Yıl 1989 ve yerel seçimler sonrasıdır.
 
Refah Partisi'nin Beyoğlu Belediye Başkanı adayı olan 35 yaşındaki Recep Tayyip Erdoğan, seçim sonuçlarına itiraz etmek için adliyededir. 
 
Seçim Hakimi Nazmi Özcan'a hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklama istemiyle Mahkemeye sevk edilir. 
 
O ara adliyeden kaybolur ve yaklaşık 1 ay sonra teslim olduğunda, tutuklanarak cezaevine gönderilir. 
 
1 hafta kadar tutuklu kaldıktan sonra, kefaletle serbest bırakılır. 
Seçim kurulu Hakimi'ne, 'Şu haline bak sarhoş adam. Şu adalete bak, kimlere kalmış. Seni yakacağım. Hepinizi adli tıbba göndereceğim, seni süründüreceğim. Yakacağım’ diye bağırdığı söylenen Erdoğan, anlaşılan sadece bugünün değil, her dönemin gerginidir. 
Yargı kurumlarına güven, tükenme noktasında. 
 
Neden mi? 
Bakın çevrenize, olan bitene şöyle bir kulak verin, bunun nedenini anlarsınız.
Eski Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu uyuşturucu baronu Naci Zindaşti'nin tahliyesine etkisi olup olmadığı sorulduğunda Hakimleri aradığını itiraf etmedi mi? 
Üstüne üstlük, siyasetin yargıya müdahalesini, "ne ilk ne de sonum" diyerek tanımlıyor.
Şu memleketin haline bakın. 
Ve daha kötüsü, henüz yargı kurumlarından buna bir tepki gelmiş değil. 
 
Böyle bir memleketin yargısına güven kalır mı? 
Amerika bastırır, Papaz memleketine uçar.. 
Merkel rica eder, azılı terörist denilen gazeteci özel uçakla Almanya'ya uçar..
 
Ve nihayetinde, milletin adalete olan güveni de buhar olur uçar.
Memleket yargısının siyasi reflekslerle hareket ettiğini söylemek için sadece bir kaç olaya bakmak yeterli olacaktır. 
 
İzmir'e bakalım. 
Banu Özdemir, serbest bırakılmış.
Ne yapmıştı ki?
Birisi camilerin sistemine girmiş korsan yayın yapmış, Banu Özdemir de bunu sosyal medyada yayınlamış.
Bunun neresinde suç unsuru var, buradan hangi suçu çıkardılar bilemiyorum..
Muhtemelen konu hakkında takipsizlik kararı verilecek ve Banu lehine devlet haksız tutuklama tazminatı ödeyecektir. 
Peki, adalet sistemine olan güven nasıl yerine gelecek, bilen yok..
Daha önce CHP İzmir örgütünde yöneticilik yapmış olan Banu Özdemir'in siyasi kimliğinin bu karar üzerindeki tetikleyici rolünü söylemeye gerek var mı bilmiyorum.
Yüreğir'e bakalım.
CHP gençlik kolu başkanı, mağduru olduğu kameralara yansıyan bir olay nedeniyle fail olarak lanse edilip tutuklanıyor ve hala tutuklu. 
Evet; annesinin yanında kendisine bir devlet yetkilisi tarafından silah çekilen Eren Yıldırım, hala tutuklu. 
Her geçen gün daha çok ve koşar adım polis devleti kisvesine bürünüyoruz. 
Lenin, 'Mahkeme bir iktidar organıdır; liberaller bunu bazen unutuyorlar ama bir marksistin bunu unutması suçtur.' der. 
Marksist olmadığımıza göre bu sözün bizi bağlayıcı bir tarafı yoktur. 
Ama yine de uyanık olalım.. 
Elde ne kaldı?
Barolar.. 
Avukatlar..
Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu son dönemde hükümetin değirmenine az su taşımıyor ama Ankara, İstanbul ve İzmir Barosu'nu ne yapacağız? 
Gereken neyse yapacağız..
Gereken nedir? 
Bellerini kıracağız..
Nasıl yani, kazmayla kürekle mi? 
Hayır, yasayla, yönetmelikle..
Unutulmasın, bu iktidar döneminde Avukatlar adliye içinde darp edildi, cübbeleri yırtılarak göz altına alındı.  
Tüm hukukçular, hukuk adına, evrensel hukuk değerleri adına ve bağımsız savunma mesleği adına bir araya gelmelidir. 
Çünkü bu girilen yolun hukuk devleti adına dönüşü olmayabilir.
Özellikle, siyasi iktidarı destekleyen hukukçuların bu dönemdeki adamsendeci tavrı, giydikleri cübbenin manevi sıkletini, bu gidişata sessiz kaldıkları ölçüde artıracaktır. 
Parti meselesi ya da siyasi hiç bir kaygı gütmeden, el birliği ile hem hukuk devleti için, hem de bağımsız savunma mesleği adına mücadele etmek zorundayız. 
Bu süreçte yurttaşlarımızın vereceği destek de oldukça önemlidir. 
Avukatın ve özgür savunmanın gücü, muktedire galebe çalamazsa, hukuk adına ve hukuk devleti adına ileride söyleyecek bir sözümüz kalmayabilir. 
Mussolini'nin 'Avukatlar olmasa İtalya'yı çok daha rahat idare ederdim' dediği yılları insanlık bugün acı günler olarak hatırlıyor. 
Ve aynı insanlık, Napolyon'un 'Hükümete dil uzatan bir Avukatın dilinin kesilmesini isterim' dediği karanlık dönemleri de geride bıraktı. 
Bugünler de geçer.
İcap ederse, sosyal mesafe kurallarına uyalım, cübbelerimizi giyelim ve demokrasi, özgürlük ve adalet için Ankara'ya yürüyelim. 
Kaybedecek ne kaldı?