VAHİMEDDİN

VAHİMEDDİN

VAHİMEDDİN

Ben söylemiyorum, ilk Meclis'ten Hüseyin Avni bey söylüyor, 'Yabancıların tutsağı olan biri halife değil, ancak kendine patrik süsü veren Papa'nın dostu olabilir. Saltanat makamında Vahdettin değil, Vahimeddin adında aciz biri oturuyor”

Her 19 Mayıs'ta, 'Mustafa Kemal'i Anadolu'ya kurtuluş için Sultan Vahdettin gönderdi' demeseler rahat edemiyorlar.
Makul bir dayanakları da yok.
Vahdettin, dünyanın 'hasta adam' nazarıyla baktığı koca Osmanlı Devleti'nin son hükümdarı.
Tabi ki Anadolu'ya geçerken Padişah'ın izni alınacak. Çünkü giden, bir Osmanlı subayı.
Ayrıca, Bandırma gemisine binerken İngiliz vizesi alındığını da unutmamak gerek, çünkü memleket işgal altında.
Bence asıl unutulmaması gereken de bu.
Yine başkalarına da soralım edelim ama, Vahdettin efendiyi bizzat dönemi yaşayan ve tarihi adeta fikirleriyle ve iradesiyle yazan adamdan, Atatürk'ten dinleyelim.
Atatürk, Büyük Nutku'nda memleketin yeisli günlerini uzun uzun anlatıyor.
Vahdettin'le tanışıklığı, çok öncelere dayanıyor, henüz veliahtken ..
O nedenle, nutuktan on yıl kadar öncesine gidelim.
13 Aralık 1917 günü veliaht olan Vahdettin’in Vaniköy’deki köşküne giden Atatürk, dönüş yolunda yanında bulunan Doktor Rasim Ferit Talay’a izlenimlerini aktarırken, aynen şöyle diyor:
'Ya çok zeki ya çok aptal, anlayamadım'
Atatürk, ilk tanışmayı Talay’a şöyle anlatıyor:
'Bizi sarayın içinde Arap hasırlarıyla örtülmüş bir salona açılan kapıdan bir odaya soktular. Redingotlu adamlarla dolu olan odanın eşyası bir kanepe ile kanepenin iki tarafında birer koltuktan ibaretti. Henüz girdiğimiz bu odada ayakta dururken, çok laubali görünen redingotlu adamların içinde diğer redingotlu bir adam göründü. Bu gelenin kim olduğunu, ne olduğunu ve ne olmak lazım geldiğini ne ben ne de arkadaşım fark edebildik. İçeriye girdi, bizim bulunduğumuz tarafa yöneldi. Kanepenin sağ köşesine oturdu.Ben karşısındaki koltuğa oturdum. Yanındaki koltuğa Naci Paşa oturdu. Bu kişi bir defa gözlerini açtı, bize lûtfen iltifat etti: ‘Sizinle müşerref oldum. Memnunum.’
Tekrar gözlerini kapadı, bu nazikâne sözlere cevap vermeye hazırlanırken, kendinden geçmiş bir şahsiyetin huzurunda bulunduğumu fark ettim, cevap vermek mi yoksa vermemek mi lazım geldiğinde tereddüt ettim. Naci Paşa’nın yüzüne baktım, o da çok durgundu.
Onda bir defa daha konuşma kudreti mevcut olup olmadığını anlamak için beklemeyi tercih ettim. Biraz sonra gözlerini açtı: ‘Seyahat edeceğiz değil mi?’ dedi. Pek çok sıkılmış, çok bunalmış bir halde, ‘Evet, seyahat edeceğiz’ dedim. İtiraf edeyim ki, bir mecnunla karşı karşıya bulunduğumu derhal hissetmiş, fakat mantıklı konuşmaya girişmekten kendimi alıkoymuştum. Hemen ayağa kalkıp dedim ki: 'Efendi Hazretleri, beraber seyahat edeceğiz. Seyahat iki gün sonra başlayacaktır. Perşembe akşamı Gar’da hazır bulunacaksınız. Oradan hareket edeceğiz.'
Veda ettik ve çıktık. Mükellef bir saray arabasına binmiştik. Naci Paşa ile aramızda, takriben şöyle bir konuşma oldu: Zavallı, talihsiz, acınacak birisi… Bununla ne olabilir?
‘Öyledir.’
Bu zavallı yarın padişah olacaktır, kendisinden ne beklenebilir?
‘Hiç…’
Biz ki aklımız, mantığımız vardır, biz ki memleketin mukadderatını, hâlini ve geleceğini anlamış insanlarız, ne yapabiliriz?
Naci Paşa, ‘Güç’ dedi.'
Almanya seyahati için Veliaht Vahdeddin’in Gar’a gelişi ve uğurlama töreninde yaşanılanlar, Ata’nın hatıralarında şöyle anlatılıyor:
'Perşembe akşamı gara gittim. Yalnız daha evvel Vahdettin’in etrafındaki adamlara haber göndermiştim ki, bizim seyahatimiz bir çeşit askeri bir seyahat olacaktır, Zat-ı Âli üniformasını giymelidir. Gara geldiğim vakit Vahdettin’in sivil giyinmiş olduğunu gördüm. Veliaht’ın teşrifatçısı olan İhsan Bey isminde bir adam vardı. Kendisine, 'Ben Veliaht Hazretlerinin üniforma giymesi için haber yollamıştım. Söylemediniz mi?' diye sordum.
Bana, saray ananelerinin verdiği bir gurur ile; ‘Siz kim oluyorsunuz?’ dedi.
Ben sana kim olduğumu izah edecek vaziyette değilim. Yalnız, soruyorum.. Ben sana Veliaht Hazretlerinin üniforma giymesi lazım olduğunu söylettim, kendisine söylendi mi, söylenmedi mi?
Bu cümleleri biraz sert telaffuz ettim. O zaman bana cevap vermeye mecbur kaldı: ‘Ben söyledim, fakat yapmadı.’
Anlattığına göre Veliaht’a feriklik (tümgeneral) rütbesi verilmiş, sonra mirliva (tuğgeneral) olduğunu bildirmişler; o da bundan gücenmiş olarak, ‘Mademki benden ilk rütbeyi almışlar, ikinci rütbeye tenezzül etmem’ demiş ve sivil gelmeyi tercih etmiş. 'Asker sizi uğurlamak için hazırdır, kendilerini selamlayınız' dedim.
Vahdettin yüzüme baktı, bu bakışı ile ‘Nasıl?’ demek istiyordu.
İşaret ettim. Siz yürürsünüz, arkanızdan biz geleceğiz. Vahdettin askerin önünden geçerken, iki elleri yukarıda, normal olmayan şuursuz bir selam vererek yürüdü. Geriye dönüp trene bindik. İçine girdiğimiz salonun pencerelerini açtırarak, tren hareket edeceği sırada, Vahdettin’e: Bu pencereden askeri ve ahaliyi selamlayınız, dedim. ‘Niçin, lazım mıdır?’ dedi. Evet lazımdır. Vahdettin benim pervasız uyarılarıma boyun eğmiş gibi görünerek, dediğimi yapıyordu. Tren İstanbul’u terk etti.
Evet, ilk tanışma böyledir.
Bu tanışma, veliahtı yani geleceğin Padişah'ını tanımak için Mustafa Kemal'e fırsat vermiştir.
Tren yolculuğu sırasında Mustafa Kemal Paşa’yı vagonuna davet eden Vahdettin, Atatürk’ten övgü dolu sözlerle bahsediyor. Atatürk, o anları şöyle anlatıyor:
'Vahdettin’in salonuna girdiğim vakit, kendisini ayakta, beni bekler buldum. Oturdu, bana da oturmak için yer gösterdi. Bu dakikada, sarayında ekseriya gözleri kapalı konuşan zâtı, büsbütün başka bir vaziyette buldum. Bilakis gözlerini çok kuvvetle açmış ve dikkatle bana bakıyordu. Bir nutuk atar gibi, şu tarzda konuştu: ‘Afedersiniz Paşa Hazretleri, birkaç dakika evveline kadar kiminle seyahat etmekte olduğumu bana izah etmemişlerdi. Ancak trenin hareketinden sonra aldığım malûmat üzerine gıyaben çok tanıdığım ve takdir ettiğim bir komutanımız ile bulunduğumu anladım. Ben sizi çok iyi bilirim; Arıburnu’nda ve Anfartalar’da yaptığınız bütün icraat ve kazandığınız muvaffakiyetler tamamen malûmdur. İstanbul’u ve her şeyi kurtarmış bir komutanımızsınız, beraber seyahat etmekte olduğum için çok memnunum ve bundan şeref duyuyorum.’
Vahdettin bu sözleri çok ağır, fakat muntazam söylüyordu. Hayret ettim. İcabettiği gibi cevaplar verdim. Aramızda mükemmel, ciddi, samimi konuşmalar oldu.”
Bu ilk izlenimden sonra Mustafa Kemal 'in Vahdettin hakkındaki asıl görüşleri, Padişah olduktan sonra Meclis kürsüsünden söyledikleri ve büyük nutkundaki düşünceleri ile ortaya çıkmaktadır.
Evet Vahdettin, Osmanlı'nın hasta adam dönemine yetişmiş bir Padişah'tır ve onun üzerinden, dedeleri olan Sultan Mehmet, Sultan Süleyman hayalleri kurmak mümkün değildir.
Sultan Vahdettin, 17 Kasım 1922 tarihinde İngilizlere sığınıp, vatanı terk edene kadar memaliki Osmani olan devletin en başındaki adamdı.
Bu tarihte, kendi mülkünü terk ediyor, vatan toprağını bırakıp gitmekle, milleti de kendi kaderine mahkum ediyordu.
Bugün Vahdettin'i aklamaya çalışanların bu kaçış hikayesine uydurabildikleri hiç bir mantıklı kılıf yoktur.
Mustafa Kemal'in Samsun'a gönderiliş amacı, Osmanlı açısından devrin en zor anlaşmalarından biri olan Mondros'un gereği olarak milletin bu anlaşma kurallarına uyup uymadığını denetlemek, şayet aksine yönelik hareketler varsa bunları kontrol altına almaktı.
Amaç, İngilizlere şirin görünmekti.
Ancak Mustafa Kemal'in, Sarayburnu'ndan gemiye bindiği andaki tüm fikirleri milletin ve memleketin kurtuluşuna yönelikti.
Ya istiklal ya ölüm şiarının ilk adımları atılıyor, Erzurum'un, Sivas'ın ve milli mücadelenin temelleri atılıyordu.
Bir taraftan mandacılara güven veriyor, bir taraftan halkın umutlarını diri tutmaya çalışıyordu.
Bu bir başlangıçtı.
Vahdettin, Mustafa Kemal'i Haziran 1919'da geri çağırdı.
Dönmeyince, temmuz 1919'da görevden aldı.
Mustafa Kemal'in nişan ve rütbeleri söküldü. Katli vaciptir diyerek aleyhine fetvalar verdirildi.
Bunları yapan, Vahdettin'in başında bulunduğu hükümetti.
Kurtuluş mücadelesini engellemek için ellerinden geleni yaptılar.
Bugün körü körüne ve titrinde Osmanlı nişanı var diye Vahdettin'i savunanlar, bizzat Padişah tarafından kurdurulan ve kurtuluş mücadelesi veren kuvayı milliye üzerine saldırtılan kuvayı inzibatiye hakkında niye hiç konuşmazlar?
Anadolu'ya ikna heyetleri göndererek kurtuluş mücadelesini baltalamak isteyen bizzat Vahdettin değil midir?
Meclis'te Hilâfet konusu görüşüldüğü bir oturumda, Mustafa Kemal söz alır ve aynen şöyle der:
'İkide birde Meclisi Âlinizin bu mesele üzerinde müzakere ve münakaşa açması caiz değildir kanaatindeyim. Bugün bu makamı işgal eden zat (Vahdettin) bu millet ve memleket için hain bir adamdır. (Alkışlar) Müsaade buyurunuz beyim. Hain bir adamdır. (Alkışlar, bravo sedaları)” (TBMM Gizli Celse Zabıtları,C.1, s. 135)
Mustafa Kemal'in Vahdettin'le ilgili görüşleri bunlardan ibaret değil elbette.
Vahdettin'i 'hain' diye nitelediği bu konuşmadan sonra büyük nutkunda da onunla ilgili net ifadeler kullanıyor:
'Saltanat ve hilafet makamında oturan Vahdettin mütereddi (soysuzlaşmış), şahsını, bir de tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Vahdettin gibi özgürlüğünü ve canını kendi ulusu için tehlikede görebilecek derecede aşağılık bir yaratığın bir dakika bile olsa milletin başında bulunduğunu düşünmek ne acıklıdır?'
Nihayetinde Vahdettin, Sevr gibi bir tarihi ihanet belgesini imzalayan adamdır.
Bugün, 'Vatan bölünmez' diye slogan atan kimilerinin, vatanı parça parça bölen ve emperyalist emellere kurban eden böyle bir teslimiyet belgesini imzalayanları savunmaları, aptallıktan değilse, tarih bilgisi yoksunluğundandır.
Bu cehalet, çoğu zaman siyasiler tarafından körükleniyor.
İşte durum budur.
Gelelim bugüne..
Vahdettin'in ihaneti ve dönemin olayları üzerinden bir takım anlamsız tartışmalara girişmek, bugüne bir fayda sağlamayacaktır.
Sürekli kendi tarihi ile kavga eden milletler, geleceğe yönelik sağlam adımlar atamazlar. Bilmek ayrı şey, sakız gibi sündürmek ayrı şeydir.
Vahdettin, ismini taşıdığı fatih dedesinin İstanbul'unu, İşgal Orduları Başkumandanı General Harington'a yazdığı, 'İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiltere devlet-i fehimânesine ilticâ ve bir an evvel İstanbul’dan mahal-i âhere naklimi taleb ederim efendim.' diyerek terk etmiştir.
Müslümanların Halifesi sıfatıyla imzaladığı bu aman dileyen mektup, hem bir devrin sonunu, hem de ne olacağı henüz belli olmayan bir dönemin başlangıcını ifade etmektedir.
Tarih bizim için, övünülecek hatıralar bıraktığı gibi, acı, göz yaşı ve ihanetlerle dolu sayfalardan ibaret hikayeler de bırakabilir.
Bunda şaşılacak bir şey yok.
Yanlış olan, tarihi aklıselim değerlendirememekten kaynaklanıyor.
Bugün son Padişah Vahdettin'e güzellemeler yapanların, kuyruğunu kıstırarak sığındığı İngilizlerin döktüğü, binlerce anadolu evladının kanından haberi var mı?
O savaş bitti, o devir kapandı belki ama o kan hala kurumadı.
Son söz de, bugünün Osmanlıcılarına..
Hiçbirimiz hanedan mensubu değiliz, istesek de bu mümkün değil..
Biz, Osmanlı hanedanından yetkiyi alalı yüz yıl oluyor. 1 Kasım 1922 tarihinde itibaren hanedan diye bir kurum kalmadı ve millet olarak artık kendi kendimizi yönetiyoruz. Hiç bir zümreye, aileye, gruba ihtiyacımız yok.
Millet olarak biz kendimizi yönetmeyi iyi kötü biliriz.
Deli miyim ben Osmanoğullarından ya da başkalarından medet umacağım?